Ölmeden Mutlaka Okunması Gereken Kitaplar
Kitap listeleri genelde okunması gereken kitaplar üzerinden gidiyor ve biz de sizlere hem yurtdışındaki hem de yurtiçindeki listelerde ön plana çıkan kitaplardan bir liste hazırladık! Listemizdeki birçok kitabı okuduğunuzu tahmin ediyoruz ama gözünüzden kaçmış olan kitaplar varsa mutlaka edinin ve en kısa zamanda okumanızı tavsiye ediyoruz!
Ölmeden Mutlaka Okunması Gereken Kitaplar
Hobbit
Kitaplarında hayal gücünün büyük eseri olan Orta Dünya’yı konu alan usta dilbilimci J.R.R Tolkien, Hobbit’te okurları tüm olayların başlangıcına götürüyor. Yayımlandığı 1937’den bu yana etkisini yitirmeyen eser, daha sonraları Yüzüklerin Efendisi serisi ile daha büyük bir üne kavuşuyor.
Tolkien’in müthiş yaratıcı zekası ile kurgulanan Hobbit, okuyucuları bilinen insan ırkının dışında cüceler, Elfler, Orglar, büyücüler, ejderhalar ve Goblinler gibi çeşitli ırklar ile tanıştırıyor. Orta Dünya’nın kaderini belirleyecek olan savaşın olağanüstü bir kurgu ile işlendiği bu roman, sizi de etkisi altına alacak ve macera dolu bir dünyaya yolculuğa çıkaracak.
Anne Frank’ın Hatıra Defteri
Bir yük gemisinin trajik şekilde batmasının ardından, bir filika uçsuz bucaksız, vahşi Pasifik Okyanusu’nun ortasında yapayalnız kalır. Sandalın, hayatta kalmayı başarabilen mürettebatı bir sırtlan, kırık bacaklı bir zebra, bir orangutan, Richard Parker adında üç yüz kiloluk bir Bengal kaplanı ve Pi adlı 16 yaşında Hintli bir çocuktan oluşmaktadır. Ve roman asıl bundan sonra başlar. Pi’nin açlık, susuzluk, soğuk, sıcak ve en önemlisi korkuyla mücadele ettiği günler boyunca gösterdiği direnç ve inanç okunmaya değer çünkü.
Yann Martel’in akıllara durgunluk veren bir hayal gücüne sahip romanı, okuyucusunu hem şaşkına çevirecek, hem de ona büyük bir haz verecek yazınsal nitelikler taşıyor. Gerçek bir anlatım harikası olan bu kitap, kahramanlarından birinin de dediği gibi, Tanrı’ya inanmanızı sağlayacak.
Notre Dame’ın Kamburu
Victor Hugo (1802-1885): Fransız edebiyatının en ünlü yazarlarından biri olan sanatçı, edebi ününü şiirleri ve oyunları ile kazandı. Romantik akımın en tanınmış adları arasında yer aldı. Toplumsal sorunlar ve politikayla yakından ilgilendi, 1848 ayaklanmalarının ardından Kurucu Meclis’e katıldı, daha sonra milletvekilliği yaptı, l’Evénement adlı bir gazete çıkardı. 1852’de Louis Bonaparte’ın imparatorluğunu ilan ettiği hükümet darbesine karşı çıktığı için sürgün edildi. Cezası 1859’da sona erdi, fakat imparatorluk yıkılana kadar gönüllü olarak sürgünde kaldı, 1870’de Fransa’ya döndü. 1871’de Paris Komünü’nü desteklemese de komüncüleri savundu. 1831 yılında yayımlanan romanı Notre Dame’ın Kamburu klasik edebiyatın şaheserleri arasında yer alır.
Rappaccini’nin Kızı
İngilizce edebiyatın dil üstatlarının önde gelenlerinden Nathaniel Hawthorne’un sıra dışı bir uzun öyküsüyle karşı karşıyasınız.
Zaten kendi sıradan biri sayılmayacak bu yazar hiç de sıradan olmayan bir şey anlatıyor. Hem gerçek üstü (ya da dışı), hem de birçok gerçeği çağrıştırıyor. Okuyana bağlı hepsi. İsterseniz “İşte! Kadın-erkek ilişkileri böyle bir şeydir!” diye yerinizden sıçrayabilirsiniz. Belki de “Ne diyor bu adam? Niye böyle imalarda bulunuyor?” diye merak edebilirsiniz. Ne tepki verirseniz verin, bilmelisiniz ki “Rappaccini’nin Kızı” dünya çapında yankılar uyandırmış, iki kez filme alınmış, birçok dile çevrilmiş, birçok kez opera olarak sahnelenmiş.
Ayrıca başına gelen en güzel şeylerden biri ünlü Meksikalı ozan Octavio Paz’ın öyküyü dramatize edip tek perdelik bir oyun haline getirmiş olması. Bu öyküde her şey öylesine canlı tasvir edilmiş ki, rengârenk çiçeklerle bezeli bir bahçenin önünden geçerken aklınıza “Rappaccini’nin Kızı”nın gelmemesi mümkün görünmüyor. Mutlaka anımsayacaksınız bu öyküyü, hele o bahçede çiçeklerle uğraşan bir hanım görürseniz hafifçe ürperebilirsiniz bile.
Sonsuzluğun Tarihi
Bu sayfalara adını veren o sıra dışı “sonsuzluğun tarihi” hakkında çok az şey söyleyeceğim. Zaman bizim açımızdan bir sorundur; sarsıcı ve talepkâr bir sorun, belki de metafiziğin en can alıcı sorunu; sonsuzluksa bir oyun ya da yıpranmış bir umut. Farklı anlarda farklı yerlerin işgal edilmesi –yani hareket– zaman olmaksızın kavranamaz. Aynı şekilde, farklı anlarda, aynı yeri işgal etmek anlamına gelen hareketsizlik de öyle. Sayısız şairin özlemle yanıp tutuştuğu sonsuzluğun bizi en azından kaçamak tarzda olsa da ardışıklığın baskısından kurtaran maharetli bir aygıt olduğunu nasıl hissedemedim?
Borges’in sanattaki zaferi entelektüel bir çıkmazı kendisiyle savaştırarak insanlık adına yeni bir ürün ortaya koyması.
Döşeğimde Ölürken
20. yüzyılın büyük modernist romancılarından William Faulkner’ın yazım tekniğinde radikal bir yeniliği temsil eden, benzersiz bir yapıt. Ölüm döşeğinde olan Addie, kırk mil uzaklıktaki Jefferson mezarlığına, ailesinin yanına gömülmeyi vasiyet eder. Addie’nin tabutunu bir katır arabasına yükleyen Bundren ailesi, sıcakla ve sellerle boğuşacakları uzun bir yolculuğa çıkar.
Döşeğimde Ölürken, on beş farklı anlatıcının ağzından anlatılan elli dokuz bölümden oluşur. Ailenin öfke, üzüntü, endişe ve tutku dolu serüveni karakterlerin zihninden geçen akışın ritmiyle birleşir. Bilinçlilik akışı tekniğini çarpıcı bir yetkinlikle kullanan Faulkner’ın karakterlerinin “gözleriyle sesi kendi içine dönüp ağlayışını dinlemeye koyulmuş gibidir”. Düzyazıyı şiirselleştirmekte sıradışı bir yeteneği olan Faulkner’ın bu romanı, sezgilerin, duyarlıkların, iç seslerin, boşlukların destanıdır.
“Döşeğimde Ölürken’in bir Amerikalı tarafından yazılmış en özgün roman olduğu söylenebilir. Faulkner, 20. yüzyılın en büyük romancıları arasında.”
Dracula
Genç avukat Jonathan Harker, Londra’dan Transilvanya’ya uzanan zahmetli yolculuğunun sonunda, Kont Dracula’nın şatosuna, bizzat Dracula’nın kendisi tarafından, bu sözlerle buyur edilir. Ne var ki, bu nazik karşılama, genç avukatın uzun tutsaklık günlerinin ilanıdır bir bakıma.
Jonathan Harker günler geçtikçe nasıl kapana kısıldığını fark etmeye başlar. Şatonun her yanında kapılar vardır. Kapılar, kapılar, kapılar… Hepsi de kilitli ve sürgülü. Bu şato bir hapishanedir aslında, kendisi de mahkûm! Asil ev sahibi Kont Dracula ise, gündüzleri köhne şatosunun gölgelerinde saklanıp geceleri acımasız bir avcıya dönüşen bir kan emicidir.
Zaman Yolcusunun Karısı
Amerika’da bir yıldan uzun süredir Amazon’un en çok satanlar listesinden düşmeyen ve Amazon editörlerinin 2004 yılınan en iyi kitabı seçtiği “Zaman Yolcusunun Karısı”, çok katmanlı bir roman. Dokunaklı bir aşk hikayesini ; gerçekçi karakter çözümlemelerinden vazgeçmeden, ilginç bir bilimkurgu dünyasına oturtan bu kitap için, ‘son yılların en güzel aşk hikayesi’ diyebiliriz.
“Artık aşk hikayeleri yazılmıyor diyenlere, ‘Zaman Yolcusunun Karısı’nı ısrarla öneririm. Baş döndürecek kadar romantik olmasının yanında, hayran olunacak bir yaratıcılık ve ustalıkla işlenmiş büyüleyici bir roman”
Scott Turow
“Bu kitap ürkütücü bir şekilde kusursuz”
Scotland on Sunday
“Nifenegger büyük bir içtenlik ve cesaretle, kendi zaman tünelindeki aynalarla oynuyor.”
The New Yorker
Odysseia
Odysseia, Antik Yunan edebiyatının İlyada’dan sonra en büyük ikinci destanıdır. Odysseia, Troya Savaşı’nın kahramanı ve İthake Kralı Odysseus’un macera dolu vatana dönüş öyküsünü ve karısı Penelopeia ile evlenmek isteyen talipleri öldürmesini anlatır.Hikaye Odysseus’un Ogygie adasındaki esareti ile başlar.
Karamazov Kardeşler
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881): İlk romanı İnsancıklar 1846’da yayımlandı. Ünlü eleştirmen V. Byelinski bu eser üzerine Dostoyevski’den geleceğin büyük yazarı olarak söz etti. Ancak daha sonra yayımlanan öykü ve romanları, çağımızda edebiyat klasikleri arasında yer alsa da, o dönemde fazla ilgi görmedi. Yazar 1849’da I. Nikola’nın baskıcı rejimine muhalif Petraşevski grubunun üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklandı. Kurşuna dizilmek üzereyken cezası sürgün ve zorunlu askerliğe çevrildi. Cezasını tamamlayıp Sibirya’dan döndükten sonra Petersburg’da Vremya dergisini çıkarmaya başladı, yazdığı romanlarla tekrar eski ününe kavuştu. Karamazov Kardeşler Dostoyevski’nin son başyapıtıdır.
Suç ve Ceza
Sevilen
Kölelik cehennemine içeriden bir gözle bakan Sevilen, çocuklarıyla birlikte kölelikten kaçan bir kadının özgürlük savaşını anlatıyor. Geçmişin ağırlığını omuzlarından yıllar sonra dahi indiremeyen, onun hayaletleriyle boğuşan Sethe, annelik vicdanıyla, kadınlığıyla ve ait olduğu toplumla hesaplaşıyor. Kadınlık ve annelik duygularıyla müthiş bir şekilde harmanlamış Toni Morrison’ın bu dev eseri, zalimliklerle dolu bir tarihe ışık tutarken, siyahi bir ailenin merkezinde çok kişisel bir varoluş hikâyesinin duygu dolu inceliklerini ıskalamamayı başarıyor. Acı ve güzelliği yan yana getiren şiirsel diliyle Toni Morrison’a Pulitzer Ödülü’nü kazandıran Sevilen, büyülü atmosferi ve doğaüstü detaylarıyla fazlasıyla sahici bir masal…