Bisiklet Zilleri, Yel Değirmenleri ve Pestolu Peynir Eşliğinde: Hollanda Gezi Notları
Doksanlarda çocuk olanlar bilir, çizgi filmlerin en parlak dönemiydi. Hemen her gün kaçırmamak için ekran başında olan bendenizi bugün bile etkileyen ve hayatıma yön veren bir sahne var: Bir gün Sevimli Hayalet Casper, düşmanlarından kaçarken kendini dünya turunda buluyor ve yel değirmenleriyle süslü Hollanda arazilerinden geçiyor. Daha önce bu masalsı ülkenin bir gerçek fotoğrafını bile görmeyen ben, o günden sonra kendimi Casper’ın yerine koyup Hollanda düşleri kurmaya başlıyorum ve yıllar sonra bir hayali gerçekleştirmenin mutluluğuyla yel değirmeninin önündeki ilk fotoğrafıma kavuşuyorum.
Hollanda beni yavaş yavaş kendine bağlamayı başarıyor; ilk gezimi Amsterdam ve çevresindeki kasabalarla sınırlı tutarken, bir ay sonra vizemin bitimine bir hafta kaldığını fark edip o heyecanla tekrar uçağa atlıyorum ve ikinci turumu da Amsterdam’ın görmediğim güzelliklerine (hala bitiremediğim çok yer var) ve Rotterdam’ı keşfetmeye ayırıyorum.
Hollanda için Kuzey’in Venedik’i derler; pek yerinde bir tanım çünkü uçak yavaşça Schiphol Havaalanı’na iniş yaparken dahi kanalları ve sanki kanalların arasına yerleştirilmiş gibi duran yemyeşil, kağıt gibi incecik gözüken polderları görebilirsiniz. Ülkenin Netherlands (alçak ülke) adını almasının da bir sebebi çoğu karasının deniz altı seviyede olması ve ülkenin bir nevi bataklıktan sular çekilerek inşa edilmesi. Hollandalıları en çok öne çıkaran özelliklerinin birinin de mühendislik zekası olmasına şaşırmamak gerek. Hatta ülkenin çökme ihtimaline karşı (evet öyle bir durum var çünkü ülkenin çoğu sudan oluşuyor) “yüzen evler” isimli bir mekanizma inşa edilmiş. Sular yükseldiğinde binayı oluşturan sütunlar hareket ederek suyun alçak olduğu tarafa geçiş yapıyor, sular çekildiğinde ise tekrar eski konumunu alıyor. Ayrıca fazla ağırlığı azaltmak ve güneş ışığının bolca nüfuz etmesi amacıyla çatılar sivri ve pencereler geniş.
Evlerin çoğunda hiç perde olmaması dikkatinizi çekiyor. Bir rivayete göre bunun sebebi Hollandalıların gizleyecek hiçbir şeyleri olmadığına inanmaları. Özellikle kanal turunda Prisengracht (prensler) caddesinden geçerken evlerin içine göz atmadan duramıyorsunuz; pek çok sanat eserinden geniş kütüphanelere kadar entelektüel lükslerin her aşamasını görebiliyorsunuz.
Tabii bu perdesizlik Red Light’da istisnaya dönüşüyor. Ülkede fuhuş ve uyuşturucunun serbest olduğu hepimizin bildiği bir gerçek- bu sebepten dolayı da Özgürlükler Ülkesi bir diğer lakabı. Devlet özellikle Red Light’a ciddi bir yatırım yapıyor. Bölgede fotoğraf çekmek yasak ancak benim görüşüme göre Hollanda’ya gitmişken Red Light sokaklarında gezmeden olmaz- kesinlikle değişik bir deneyim. Gece olunca Red Light’daki binalardan kırmızı ışıklar yayılmaya başlıyor.
Hollandalılar için dünyanın en mutlu insanları olduğu söylenir. Pek çok Avrupa ülkesinde görülebilecek soğukluğa ben burada çok rastlamadım. Sohbet ettiğim, yol sorduğum herkes bana çok sıcak ve yardımsever davrandı. Benim için en rahatlatıcı olan detay ise halkın büyük çoğunluğunun iyi düzeyde İngilizce konuşuyor olması- bu açıdan iletişim benim için gerçekten çok kolay ve keyifli oldu.
Bisiklet kullanımının çok yaygın olmasının fiziksel özelliklere etkisini burada çok iyi gözlemleme şansı buldum. Ülkede insandan çok bisiklet olduğu tartışılmaz bir gerçek ve insanlar işe, okula ya da sadece gezmeye giderken de bisiklet kullanıyorlar. Bunun getirisi olarak vücut yapıları dik ve atletik. En çok hoşuma giden detay ise karşıdan karşıya geçiş süresinin bisiklet zili şeklinde belirlenmesi. Son on saniyede zil sesleri artmaya başlıyor ve hoş bir melodi haline dönüşüyor. Bu arada trafikte her zaman bisikletliler, yayalar ve diğer taşıtlardan daha ayrıcalıklı ve öncelikliler.
Amsterdam’ın merkezinde eğlence anlamında çok fazla seçenek mevcutken, kasabalara gittiğinizde yerel halkı daha çok keşfetme imkanı buluyorsunuz. Ben Marken ve Volendam’ı gezdim ancak üçüncü gidişimde kesinlikle Zaanse Schans’a da uğrayacağım.
Marken, ana karayla incecik bir bağlantısı olan bir adacık, tümüyle insan yapımı- yani yukarıda belirttiğim gibi suların kurutulup aktarılmasıyla oluşturulmuş. Adaya özel araçların girmesi yasak. Renk renk çiçeklerle dolu sokakları, kanalları ve mimarisiyle tam anlamıyla bir Hollanda kasabası.
Volendam ise bir liman kasabası olmasıyla öne çıkıyor. Uçsuz bucaksız Kuzey Denizi’nin kıyısına kurulmuş, ve tabii çok çeşitli deniz ürünlerini tatmadan dönmek olmaz. Bu kasabaların en önemli ortak özelliği dört mevsim bu kadar çok turist çekmelerine rağmen hayatın daha yavaş akması, ara sokaklarında gezerken bu huzuru ve sakinliği hissedebiliyorsunuz.
Özellikle kasabaları gezerken yerel peynirlerden tatmayı ihmal etmemek gerek. Cevizli, biberli, sebzeli… çeşit çeşit peynir mevcut. Ben en çok pesto soslu peyniri sevdim, pek popüler olan küflü peyniri ise biraz sert buldum.
Hollanda için beni en çok şaşırtan şey ise yılda sadece Nisan ayında lale yetiştirebilecek bir iklime sahip olmasına rağmen, dünyada lale üretiminde birinci sırada yer alması. Pazarlarda sıkça görebileceğiniz lale tohumları da bunun en canlı kanıtı.
Kültürel aktivite ve eğlence bakımından Amsterdam sınırsız seçenek sunuyor. Kanal gezisini tamamlayıp, şehri genel hatlarıyla tanıdığınızı varsayarak yapabileceklerinize gelirsek: Van Gogh müzesi ziyaret edilmesi gereken yerlerde başı çekiyor. Sanatçının özel yaşamına ve sanat hayatına dair pek çok ayrıntılı bilgiyi öğrenebileceğiniz, tablolarının yanı sıra kullandığı eşyaları ve el yazması mektuplarını da bulabileceğiniz bir yer.
Müzeden çıkıp meşhur “I Amsterdam” yazısını arkanıza alıp yürüdüğünüzde ise sizi huzur dolu Vondel Park karşılıyor. Dilerseniz bisiklet kiralayabilir, dilerseniz ise günün yorgunluğunu tatlı bir şekerlemeyle giderebilirsiniz. Bir yandan da uyuşturucu kullanımından yarı baygın yatan bolca insan sizi şaşırtabilir.
Amsterdam’ın merkezi yürüyerek çok rahat gezilebilir. Central Station’a yaklaştığınızda yemeden içmeye, kafelerden eğlence mekanlarına pek çok alternatifi aynı bölgede keşfediyorsunuz. Yiyecek olarak en çok biftek ve patates tüketiliyor. Yine Madame Tussauds ve Anne Frank’ın evi bu bölgede görülmesi gereken yerlerde başı çekiyor.
Olur da yürümeye üşenirseniz şehrin geniş tren ağından ya da otobüslerden faydalanabilirsiniz. Otobüslerde bizdeki gibi akbil/bilet sistemleri var, bazen şoförler nakit de kabul ediyor, ancak trenlerde araca bindiğinizde de dilediğiniz sefer sayısına göre bilet alabiliyorsunuz. İneceğiniz durakta da turnikeden geçmek için bileti okutmanız gerekiyor, güvenlik biraz sıkı anlayacağınız. Ben ulaşım ücretlerini biraz pahalı buldum açıkçası, belki de en mantıklısı havaalanından bir citypass kartı alıp hem ulaşım hem de müze girişlerinde kullanmaktır.
Ulaşımdaki bir diğer detay ise otobüsler durağa geldiklerinde inecek yolcusu yoksa durmuyorlar. Bineceğiniz otobüs geldiğinde sizin elinizi kaldırıp durması için işaret vermeniz gerekiyor. Durakta bekleyen diğer yolcular yarım saat beklediğimi fark edip bu bilgiyi vermeselerdi daha çok uzun süre durmayacak bir otobüsü bekleyebilirdim.
Şehrin bir diğer eğlence bölgesi ise Leidseplein. Meşhur Holland Casino’nun da yakın olduğu bu bölge, etrafındaki kafeler, publar ve meydanda sıklıkla düzenlenen konserleriyle cazip bir eğlence merkezine dönüşmüş durumda.
Amsterdam, tarihi ve daha turistik olmasıyla öne çıkarken Rotterdam ise modernliği ve sakinliğiyle öne çıkıyor. Şehrin büyük bir bölümü İkinci Dünya Savaşı sonrasında baştan inşa edilmiş ve trenden indiğinizde sizi dünya ekonomisinde ağırlığı olan, pek çok global şirket karşılıyor.
Avrupa’nın en büyük limanına sahip şehrin merkezine geldiğinizde Erasmusbrug köprüsünü göreceksiniz. Adını Rotterdamlı filozof ve hümanist Desiderius Erasmus’tan alan köprü şehrin kuzey ve güney yakalarını birbirine bağlıyor. Bölgede görülebilecek önemli yerlerin çoğu da bu merkezde bulunuyor. Het Park’taki bir yürüyüşten çıkıp Euromast ve Hotel New York’u ziyaret edebilirsiniz. Biraz daha yürüyüşle kijk-kubus diye geçen kübik mimarideki evleri de görebilirsiniz. İyi bir planlamayla Rotterdam’da görülmesi gereken yerler bir gün içinde bitebilir.
Son bir not olarak, eğer yazın gidecekseniz havanın çok geç saatlerde kararması zaman açısından harika olacaktır. Ancak Eylül ayının başından itibaren sıcaklıklar ciddi derecede düşüyor, Hollandalılar şort giymeye devam etseler de siz yanınıza bir mont ya da en basitinden bir şal almayı ihmal etmeyin. Ve keşfedin, kim bilir iyi bir kaşif olursanız bir gün Sevimli Hayalet Casper’ı da görebilirsiniz!
Yüksel Pınar SOLAKARI
Proje Yönetimi Okulu Blog Yazarı